Roberto Bolaño; edebiyatı ve şiiri kurmacanın konusu haline getirebilen, cömertliklerin ve aptallıkların romanlarını yazan, ülkesi Şili’deki kriz ve darbe zamanlarında devrimcilerin yanında saf tutarken işbirlikçilerin ipliğini pazara çıkaran, kötülüğün en saf biçimini anlatan, zenginliğe ve yoksulluğa kitaplarında mutlaka yer veren, futboldan fotoğrafa ve kırsaldan şehirlere dek Latin Amerika ve Avrupa’yı okura farklı bir bakış açısıyla yansıtan hesaplaşmaların yazarıydı.
1968 ruhuna Meksika’dan bakarken devrimcilerin mücadelesini ve karşı-devrimcilerin yaptıklarını, kurmacayı ve gerçekleri buluşturarak anlatan Bolaño, bulanıklaştırılan hakikatleri yarattığı karakterler üzerinden sunmuştu okura. Karanlığın bir köşesinden yaptığı gözlemleri, en olmadık zamanlarda en saçma düşüncelerle bütünlerken bir labirente attığı okuru, mizahla ve hüzünle yaşamın sakat ve sakatlayıcı taraflarına doğru itmişti. Bunu yaparken geçmişi ve şimdiyi, geri dönüşler ve zaman atlamalarıyla bazen de çıkmaz sokaklar ve yan yollarla birbirine bağlamıştı.
Bolaño’nun içine yapbozlar koyduğu labirentteki laytmotif ise şiddetti. Böylece “kirli bir kalem” haline gelen yazar; can sıkıcı gerçekleri, kumpas ve yıkıntıları anlatırken eğriden doğru çıkarma çabasının beyhudeliğini ortaya koymuştu her seferinde.
Söz konusu karanlığın ve yaşamın kirli yanının bir anlatımı olan ‘Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı’, Bolaño’nun okura kurgu ve gerçek geçişlerini enikonu hissettirdiği; Amerika’nın neredeyse tamamına nüfuz etmiş Nazizmi ve aşırı sağı, kurmaca entelektüellerin ve yazarların yaşamı üzerinden anlattığı bir roman. Bir diğer deyişle sanatçı ve aydınların yükselttiği, bazen de yücelttiği şiddetin Bolañoca ifadesi.
NAZİLER, KÜSKÜNLER VE ARIZALAR TOPLULUĞU
Sanatı ve edebiyatı, şiddetin ve faşizmin kaldıracı olarak kullanma fikri, başka bir deyişle edebiyatın sağladığı saygınlıkla saf şiddeti perdeleme arzusu ‘Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı’nda Bolaño’nun işlediği temel mesele.
Bolaño, Amerika’dan Avrupa’ya bir yay çizerek faşizmin kıtalararası yolculuğunu, kişilere haysiyet kazandıran edebiyat ve sanat eksenine yerleştiriyor. Nazilerin yaptığı gibi edebiyatın belli bir görüşü yaymada araç olarak kullanılışının Amerika’daki yansımasına ve “komünizm tehlikesine” karşı faşizmin “panzehir” haline getirilişine dair hikâyeler kurguluyor.
Bolaño, kurmaca entelektüellerin ve yazarların yaşam öyküleri üzerinden, Avrupa’dan Amerika’ya esen şiddetli faşizm rüzgârının seyrini anlatırken Nazizmin ateşinin dolaylı biçimde nasıl körüklendiğini, kişilerin sonuçlarını düşünmediği sınıf atlama çabasını gözler önüne seriyor. Edebiyatla ve şiirle, 1945 öncesi ve sonrası faşizmin aziz ve azizelerine dönüşen karakterler aracılığıyla Naziler, küskünler ve arızalar topluluğunun ortasına atıyor bizi.
“Hitler Avrupa için Tanrı’nın bir lütfu” diyenler, narsistler, “ideal insan” ya da “ari ırk” heveslerine kapılanlar edebiyata, şiire ve yayıncılığa el atarak var olmaya, rütbe ve takdir kazanmaya uğraşıyor. Dahası, “Altın Çağ”dan bahsederek Nazilerin Avrupa’da oturtmaya çalıştığı düzenin bir benzerinin, Amerika’da hayata nasıl geçirilebileceğini bir zafer arayışı ve telaşına düşerek tartışıyorlar. Silvio Salvatico karakterinin düşleri bu minvalde önemli bir örnek: “Gençlik vaatleri arasında engizisyonun yeniden kurulması, umuma açık yerlerde fiziksel ceza, ister Şilililere, ister Paraguaylılara, ister Bolivyalılara karşı bir tür millî spor olarak sürekli savaş hâli, erkekler için poligami, Arjantin ırkının büyük oranda kirlenmesinin önüne geçmek için yerlilerin yok edilmesi, Yahudi yurttaşların haklarının kısıtlanması, yıllardır süren Hispanik ve yerli birliktelikleriyle kararan millî deri renginin açılması için İskandinav ülkelerinden yoğun göç, ömür boyu süren edebiyat bursları, sanatçılara vergi muafiyeti, Güney Amerika’da güçlü bir hava kuvvetleri meydana getirilmesi, Antarktika’nın sömürgeleştirilmesi, Patagonya’da yeni şehirlerin inşa edilmesi yer alıyordu. Futbolcu ve fütüristti.”
Komünizmin, kutsal değerlerin yanı sıra ahlaka ve hayatın olağan akışına zarar verdiğini düşünüp kaleme kağıda sarılarak faşizm vaazlarıyla işleri hal yoluna sokmaya çabalayanlar üzerinden kurmaca bir edebiyat sözlüğü oluşturan Bolaño, Amerika’daki şiddet eğilimini resmediyor. “Yaşa Adolf Hitler” akrostişleri yapanlar, Falanjizm ve Nasyonal Sosyalizm sentezi bir rejim için kalem oynatanlar, Che’yi ve Castro’yu tarihin dışına itmeye yeltenenler, bu eğilimin ete kemiğe bürünmüş hali olarak karşımızda.
‘YENİ BİR ÇAĞIN ŞAFAĞINDAKİ’ YAZARLAR
Bolaño, devrimci ve anti-devrimci hareketleri de kattığı romanında, Latin Amerika’daki sosyalist ve komünist geleneğe karşı faşist dalganın, sanat ve edebiyatla soslanmış düşüncelerine yoğunlaşıyor. Sola karşı, Hıristiyanlığı ve Avrupa’daki faşizmin Amerika yorumunu koyup bu yolda şiirler ve romanlar kaleme alanlar, yazarın kurgusunda başrollerde: Hitler’e, Göring’e, toplama kamplarına ve anti-semitizme övgüler düzerek Dördüncü Reich özlemiyle yanıp tutuşanlar Videla’nın, Pinochet’nin ve kıta ülkelerini demir yumrukla yönetmeye talip olanların yanında saf tutanlar, devler ve kahramanlar bulunan romanlar yazanlar, Nazizmi simgeleyen alet edevatlar ve kılık kıyafet tasarlamaktan gurur duyanlar…
Bolaño’nun adeta ansiklopediyi andıran romanında, yazarların ve entelektüellerin yaşamı, Latin Amerika ülkelerindeki faşizm geçmişine dair fikri altyapıyla ve Nazi işbirlikçilerinin hayat hikayeleriyle paralellik gösteriyor.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, sırasında ve 1945 sonrasında Amerika’da gemi azıya alan aşırı sağ ve popülist dalganın çeşitli örneklerine rastlıyoruz romanda. Bunun yanında Bolaño, hem Avrupa hem de Amerika’da aşırı sağa meyilli entelektüellerin ve yazarların, eser ve eylemlerine, gerçek ve kurgu arasına müphem bir çizgi çekerek göndermeler yapıyor.
“Yeni bir çağın şafağı”ndan coşkuyla bahsederek Avrupa’daki dostlarına selam gönderenler ise bu sınırın tam üstünde duruyor. Dolayısıyla Bolaño, kurmaca entelektüellerin ve yazarların önünde iki yol bulunduğunu anlatırken romanın özüne dair bir ipucu sunuyor okura: “Gerçek adı asla bilinemeyecek olsa da muhtemelen Max Mirebalais’ydi. (…) Sebatkâr ruhu sayesinde iki yıl içinde, Portau Prince’in El Monitor gazetesinde cemiyet haberleri sayfasında editör yardımcılığı görevine yükseldi, bu görev sırasında başkentin en güzel evlerindeki davetlerde ve partilerde büyük hayret ve dehşet içinde parıltısını saçtı. İlk andan itibaren bu dünyanın bir parçası olmayı arzuladığı su götürmez bir gerçekti. Fazla gecikmeden bu dünyada yer edinmenin sadece ve sadece iki yolu olduğunu kavradı: Ya açık şiddet yoluyla -ki bunun pek oluru yoktu çünkü bir damla kan görmeye bile tahammülü olmayan sakin mizaçlı ve sinirleri zayıf bir adamdı- ya da üstü örtük bir şiddet biçimi olan, insana saygınlık kazandıran ve yolun başındaki bazı hassas ülkelerde sınıf atlamanın yöntemlerinden biri olan edebiyatla.”
Ölümü ve milliyetçiliği yüceltirken Yahudileri, siyahları, eşcinselleri ve göçmenleri hedef tahtasına koyan yazarları karşımıza çıkardığı kitabında Bolaño; Arjantin’deki, Brezilya’daki, Uruguay’daki, Guatemala’daki, Kolombiya’daki, ABD’deki, Şili’deki ve Meksika’daki faşizm girdabına yolluyor okuru.
Deliliğin, şuursuzluğun ve şiddetin, şiirin ve edebiyatın satır aralarına gizlenen popülizmin ve faşizmin romanı olan ‘Amerika Kıtasında Nazi Edebiyatı’, coğrafyadaki gizli ve açık Nazizmin bir anlatımı. Başka bir deyişle Bolaño’nun tarif ederek ve edebiyattaki izini sürerek faşizmle hesaplaştığı kült metinlerden.